DİNİ SÖZLÜK

A   B   C   Ç   D   E   F   G   H   I   İ   K   L   M   N   O   Ö   P   R   S   Ş   T   U   Ü   V   Y   Z
 


TE'LÎF:
Başkalarının sözlerini kendine mahsus bir sıra ile toplayıp kitâb hâline getirme.
Kalp ve rûh ilimlerinin mütehassısları ya kitab tasnîf ederler veya te'lif ederler. Tasnif demek, bir ârifin kendine bildirilen ilimleri, esrârı, dereceleri yazmasıdır. Böyle olan tasnif çok zamandan beri dünyâdan kalktı. Yalnız te'lif kaldı. Fakat İ mâm-ı Rabbânî'nin (k.sirruh) yazıları doğrusu tasniftir. Te'lif değildir. (Muhammed Hâşim Kişmî)

TEL'İN:
Lânetleme, lânet etme. Bir kimsenin Allahü teâlânın rahmetinden uzak olmasını dileme. (Bkz. Lânet)

TELKÎN:
Definden sonra meyyitin (vefât edenin) yüzüne karşı ayakta durarak okunan, kabir suâllerini ve cevaplarını bildiren sözler.
Mevtânıza (ölülerinize) telkîn ediniz. (Hadîs-i şerîf-Nî'met-i İslâm)
Definden sonra telkîn vermek sünnettir. (İbn-i Âbidîn)
Telkîn özetle şöyledir: "Ey falan kişi! Bil ki bu kabir senin dünyâya âit son, âhirete âit ilk konağındır. Artık bu fânî dünyâdan ayrılıp sonsuz âleme göçtün. Şimdi sana Münker ve Nekir adında iki melek gelecek. Korkma, mahzûn olma. Onlar Allahü teâl â tarafından gönderilmiştir. Münker ve Nekir sana; "Rabbin kim? Peygamberin kim? Dînin nedir? Kitâbın nedir? Kıblen neresidir? Îtikâdda mezhebin nedir?" diye sorarlar. Onlara; "Rabbim Allahü teâlâ. Peygamberim Muhammed aleyhisselâm. Dînim İslâm. Kitâ bım Kur'ân-ı kerîm. Kıblem, Ka'be-i şerîftir. Îtikâdda mezhebim, Ehl-i sünnet ve'l-cemâattir." diye cevap ver. Bil ki, ölüm haktır, kabir haktır, Münker ve Nekirin süâlleri haktır, haşr, neşr, hesap, mîzân (terâzî), sırât haktır. Mü'minler için hazırlanmış olan Cennet ve inanmayanlar için hazırlanan Cehennem haktır, gerçektir.
Yâ Rabbî! Bu kişiyi doğru cevap vermeye kâdir eyle. Eğer sâlih, iyi bir kimse ise, ona ihsânını ziyâde eyle, arttır. Eğer günahkâr ise, onu mağfiret eyle, affet. Âmîn." (Kutbüddîn İznikî)

TELVÎN:
Tasavvuf yolundaki talebenin kalbinde meydana gelen değişik haller.
Kıymetli kardeşim Hâfız Mahmûd'un şerefli mektûbu geldi. Hâllerinin telvînlerinden bir şeyler yazmışsınız. Bu yolun başında da sonunda da sâlikler (tasavvuf yolcuları) hâllerin telvîninden kurtulamazlar. (İmâm-ı Rabbânî)

TEMELLUK:
İfrât (aşırı) derecede tevâzû.
Temelluk, müslüman ahlâkından değildir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Adiy)
Temelluk ancak üstâda ve tabibe karşı câizdir. Başkalarına karşı câiz değildir. (M. Hâdimî) Muallim ile tabîbe, Temelluk etmek lâzımdır. Tabîbin tedâvisine, Ve te'allüme (öğrenmeye) hâdimdir.
(M. Hâdimî)

TEMENNÎ:
Sebebe yapışmadan, gerekli çalışmayı yapmadan, Allahü teâlâdan bir şeyin olmasını dileme.
Temennî insanı tembelliğe götürür. Recâ (sebebine yapıştıktan sonra o işin olmasını beklemek) ise, çalışmaya sebeb olur. (Muhammed Hâdimî)
Müslüman temennî sâhibi değildir. Çalışır, sebeplere yapışır, ondan sonra Allahü teâlâya tevekkül eder (her şeyi O'ndan bekler). (Mustafa Sabrî)

TEMETTU' HAC:
Hac günlerinden önce umre için ihrâma girip ve bu umre yapıldıktan sonra memleketine dönmeden, tekrar ihrâma girerek yapılan hac. Hacc-ı Temettû'. (Bkz. Hac)
Temettû' hac sevâbı, ifrâd haccından çoktur. (İbn-i Âbidîn)

TEMÎME:
Bir sebeb, vesîle olarak görülmeyip, doğrudan te'sir edeceğine ve bir zararı def edeceğine inanılarak yapıldığı için, dînen şirk (Allahü teâlâya ortak koşmak) sayılan, mânâsı bilinmeyen ve küfre (îmânın gitmesine) sebeb olan şeyleri okumak.
Temîme ve tivele (muhabbet hâsıl etmek için okumak veya üzerinde bir şey taşımak) şirktir. (Hadîs-i şerîf-En-Nihâye)

TE'MÎNÂT:
Güven ve garanti vermek. (Bkz. Emân)

TEMKÎN:
Tasavvufta değişmekten, hâlden hâle geçmekten kurtulup, huzur ve sükûna kavuşma.
Kalb, telvinden (değişik hallerden), hâllere kul olmaktan kurtulmuş ve temkîn makâmına yetişmiş ise, hâller artık nefse gelir. (İmâm-ı Rabbânî)
Temkîne eren kimse üstünlerin üstünü olur. (Mevlânâ Hâce Emkenegî)

Temkîn Zamânı:
Güneşin doğuş, batış vakti ve namaz vakti hesapları yapılırken, vakitlere eklenen veya çıkarılan zaman miktârı. Bu vakitler hesâb edilirken deniz ve ova gibi düz yerlerde güneş merkezinin hakîkî ufkun altına inmesi esas alınır. Hâlbuki o yerin en yük sek tepesinde bulunan bir kimsenin gördüğü ufuktan (zâhirî ufuk) güneşin üst kenarının batması veya doğması mûteberdir. Bu ikisi arasında güneşin yarı çapı, bulunan yerin inhitât-ı ufku (ufuk alçalması), güneş ışıklarının kırılması ve güneşin paralaksı kadar fark vardır ki bu farka temkin denir. Temkin zamânı, enlem derecesine, mevsimlere ve yüksekliğe göre değişirse de Türkiye için ortalama 10 dakikadır.
Güneş tepede iken yâni öğle namazının vaktinden temkin zamânı kadar evvel olan zaman içinde her namazı kılmak haramdır. (Ahmed Ziyâ Bey)
Temkîn zamânı değiştirilemez. Temkîn zamânı azaltılırsa, öğle ve daha sonraki namazlar vakitlerinden evvel kılınmış olur. (M. Sıddîk Gümüş)

TEMLÎK:
1. Mülk olarak vermek.
Zekât vermek, malı müslüman fakire temlik etmekle olur. (İbn-i Âbidîn)
Devamlı hasta veya çok yaşlı olup altmış gün keffâret orucunu tutamaz ise, altmış fakiri bir gün sabah akşam doyurur. Altmış günlüğü bir fakire, bir günde toplu verirse, bir günlük vermiş olur. Altmış fakiri sabah, altmış başka fakiri de akşam doyuru rsa, sabah doyurduklarını akşam veya akşam doyurduklarını sabah bir daha doyurmalıdır. Yâhut bunlardan altmışının her birine Sadaka-i fıtır miktârı mal temlîk eder. (Kâşânî, İbn-i Âbidîn)
2. Erkeğin, talak (boşama) hakkını zevcesine (hanımına) vermesi.
Temlik haberini başkası ile veya mektubla zevceye ulaştırma hâlinde zevce, haberi aldığı mecliste kendini boşayabilir. (Ahmed Zühdü)

TEMYÎZ:
İyiyi kötüden ayırt etme. Bir kimsenin (meselâ çocuğun), satın alınan malın mülk olacağını ve satınca mülkten çıkacağını anlaması. İyiyi kötüden ayırt edebilene mümeyyiz denir.
Temyiz sâhibi olmayan çocukların bütün sözleşmeleri bâtıldır (geçersizdir). Temyiz sâhibi olan çocuğun zararlı olan işlerdeki sözleşmeleri, velîsi izin verse bile sahih (geçerli) değildir. Talâk vermesi, köle âzâd etmesi, birine borçlu olduğunu söyle mesi, ödünç, sadaka hediye vermesi böyledir. (Ali Haydar Efendi)
Bunamış ihtiyarlar da temyiz sâhibi çocuk gibidir. Alış-verişlerini velîleri isterse kabûl, isterse red eder. Bir malı veya canı telef ederlerse öderler. (Ali Haydar Efendi)

TENÂSÜH:
Ölen kimsenin rûhunun başka bir bedene geçtiğine dâir, bâtıl, asılsız bir inanış. Bilhassa, Hindûlar ve geçmiş milletler arasında yaygın idi.
Tenâsüh, îmânı giderir, Tenâsüh vardır diyen, İslâm dînine inanmamış olur. Yâni müslümanlıktan çıkar. Rûhların, cisim şekil alarak iş görmelerini, bâzı kimseler tenâsüh sanmıştır. Hâşâ ve kellâ (aslâ), hiç tenâsüh değildir. Yâni ruhlar, başka bir bed ene girmemiştir. Bu hâl, birçok câhillerin ayaklarının kaymasına sebeb olmuştur. (İmâm-ı Rabbânî)
Derezîlerin (Fâtımî hükümdârı Hâkim biemrillah'ın ilâh olduğuna ve onun vezîri Hamza'nın imâmlığına yâni peygamberliğine inananların) îmânları bozuktur. Tenâsühe inanırlar. Şaraba ve zinâya helâl derler. Öldükten sonra dirilmeye, namaza, oruca ve hac ca inanmazlar. (İbn-i Âbidîn)
Şeytanlar, diri insanın içine de girer. İnsanın his ve hareket sinirlerine de te'sir eder, hareket ve ses hâsıl ederler. İnsanın bundan haberi olmaz. Vaktiyle Roma'da ve Peşte'de, son zamanlarda Adana'da konuşan çocuk ve hastalar görülmüştür. Bunları konuşturan cin, uzak memleketlerdeki veya eski zamanlardaki şeyleri söylediklerinden, bâzı kimseler bu çocukların iki rûhlu olduğunu veya başka insanın rûhunu taşıdığını yâni tenâsüh sanmıştır. Böyle zannetmenin yanlış olduğunu dînimiz açıkça bildirmektedir. Cinler putun yâni heykelin içine girip de konuşurlardı. Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem dünyâyı teşrîf ettiği, İslâmiyet'in başladığı, birçok putlardan işitilmişti. Bu sözleri duyup, çok kimsenin müslüman olduğu Mir'ât-ı Mekke târih kitâbında yazılıdır. Abdülhakîm Arvâsî)

TENEŞİR:
Serîr; ölünün yıkandığı masa şeklindeki dört ayaklı uzun tahta zemin.
Teneşir (serîr) etrâfında önce buhur yakılıp üç defâ dolaştırılır. Beş defâ da olur. Buhur bir ottur. Buna öd ağacı talaşları ve günnük denilen ağacın zamkı da karıştırılıp bir kap içindeki ateş üzerine konur, bu kap, teneşir etrâfında dolaştırılır. (Halebî, Tahtâvî)
Cenâze, örtülü olarak, tütsülenmiş teneşir üzerine, sırt üstü veya kolay gelen şekilde yatırılır. Göbek ile diz arası örtülü olarak yıkanır. Teneşir üzerinde kıbleye karşı yatırmak sünnettir. (İbn-i Âbidîn)

TENZÎH:
Allahü teâlâyı, şânına lâyık olmayan şeylerden, her türlü eksik ve noksanlıklardan uzak tutmak.
Kim her gece yatarken; "Sübhânallahi velhamdülillahi velâ ilâhe illallahü vallahü ekber" diye yüz defâ okursa, tenzîh, tesbih, hamd ve tekbir söylemiş olur. Bunu çok okumakla, kusurlarının, günâhlarının affedilmesini istemiş olur. (Ahmed Fârûkî)

TENZÎHEN MEKRÛH:
Yasak olmasına kuvvetli, açık bir delil, senet bulunmayıp, yapılması iyi olmayan şeyler.
Dinde müekked, kuvvetli olmayan sünnetleri ve müstehabları yapmamak tenzîhen mekrûhtur. Tenzîhen mekrûhu işleyene azâb olmaz. Fakat ısrarla yapmaya devâm ederse, azâb olunmaya ve ibâdetlerin sevâbından mahrûm kalmaya sebeb olur. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Dünyâ nîmetleri için gıbta etmek tenzîhen mekrûhtur. (M. Hâdimî)
Namazda gözleri yummak tenzîhen mekrûhtur. Zihin dağılmasın diye yumulursa mekrûh olmaz. (İbn-i Âbidîn)

TENZÎL:
İndirmek, indirilmek; Allahü teâlâ tarafından indirilen kitab, Kur'ân-ı kerîm. İnzâl kelimesinde bir defada indirmek mânâsı bulunduğu halde, tenzîlde azar azar indirme mânâsı vardır. Kur'ân-ı kerîm Levh-i mahfûzdan Beyt-ül-izze (Kur'ân-ı kerîmin bir bütün hâlinde indirildiği ve dünyâ semâsında bulunduğu rivâyet edilen yer) denilen makâma topluca indirilmiştir ki, buna inzâl, buradan Peygamber efendimize vahy yoluyla parça parça indirilmiştir ki, buna da tenzîl denir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Kur'ân-ı kerîm, Allahü teâlânın tenzîlidir. (Yâsîn sûresi: 5)

TERAKKÎ:
1. İlim, fen ve san'atta yükselme, ilerleme.
Allahü teâlâ, İslâm dînini, hayâtın yürümesini, ihtiyâçların değişmesini karşılayacak, terakkîleri sağlayacak esaslar üzerine kurmuştur. (M. Sıddîk Gümüş)
Müslümanlar İslâmiyet'e yapışıp bağlandığı müddetçe terakkî etmişler, İslâmiyet'ten uzaklaştıkça da, zelîl ve hakîr olmuşlardı. (Nur Muhammed Bedevânî)
2. Mânevî ilerleme, rûhen yükselme.
Kur'ân-ı kerîm okuyarak, Allahü teâlâya yaklaşmaya uğraşınız. Evliyâların kabirlerini ziyâret ediniz. Onlara teveccüh edince (kalb ile yönelince) çok terakkî edilir. (Abdullah-ı Dehlevî)
Rûh da, melekler de terakkî etmez. Yaratıldığı mertebede kalır. Rûh bu beden ile birleşince, terakkî etmek hâssasını (özelliğini, yeteneğini) kazanır. (Ali bin Emrullah)
Terakkî; verâ ve takvâ yâni haramlardan ve şüphelilerden sakınmakla olur. (İmâm-ı Rabbânî)

TERÂVİH NAMAZI:
Ramazân ayında yatsı namazından sonra kılınan yirmi rek'atlik nâfile namaz.
Ey müslümanlar! Üzerinize öyle büyük bir ay gölge vermek üzeredir ki, bu aydaki bir gece (Kadir gecesi) bin aydan daha hayırlıdır. Allahü teâlâ bu ayda, her gün oruç tutulmasını emretti. Bu ayda geceleri terâvih namazı kılmak da sünnettir. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-ün-Nâsihîn)
Erkeklerin ve kadınların terâvih namazı kılması sünnet-i müekkededir. Cemâatle birlikte kılınması da sünnet-i kifâyedir. Yâni câmide cemâat ile kılındıkta, başkaları evde yalnız kılabilir, günâh olmaz. (M. Zihni Efendi)
Eshâb-ı kirâmın hepsi terâvih namazını cemâat ile yirmi rek'at kıldılar. Dört halîfeye ve Eshâb-ı kirâmın icmâ'ına (söz birliğine) uymamız hadîs-i şerîf ile emredilmiştir. (Tahtâvî)
Kur'ân-ı kerîm, Ramazan'da indi. Kadir gecesi bu aydadır. Ramazân-ı şerîfte hurma ile iftâr etmek sünnettir. Bu ayda terâvih namazı kılmak ve hatim okumak mühim sünnettir. (Ahmed Fârûkî)

TERBÎ':
1. Dörtleme, yâni cenâzenin omuz üzerinde tabutun tahta kolundan el ile tutarak dört kişinin taşıması.
Cenâzeyi terbi' şeklinde taşımak sünnettir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
2. Mezârı düz yapmak.
Kabrin üzerine terbi' yapmak Hanefî'de sünnet değildir. Müsennem yâni balık sırtı gibi yuvarlak yapmak sünnettir. (Halebî)

TERBİYE:
1. Kişiyi yavaş yavaş rûhen ve bedenen yetiştirmek, olgunlaştırmak.
Oyunun faydası olmaz. Yalnız ok atmayı öğrenmek, atını terbiye etmek ve âilesi ile oynamak haktır. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)
Peygamber efendimiz; "Bütün çocuklar müslümanlığa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları, sonra anaları, babaları hıristiyan, yahûdî ve mecûsî yapar" buyurarak, müslümanlığın yerleştirilmesinde en mühim işin çocukların ve gençlerin iyi terb iye edilmesi olduğunu bildiriyor. O hâlde her müslümanın birinci vazîfesi, evlâdına dînini ve Kur'ân-ı kerîmi öğretmektir. Evlât büyük nîmettir. Nîmetin kıymeti bilinmezse, elden gider. Bunun için pedegoji yâni çocuk terbiyesi İslâm dîninde çok kıyme tli bir ilimdir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Çocuğun terbiyesine çok dikkat etmelidir. Onun kötü arkadaşlarla düşüp kalkmasına mâni olmalıdır. Kötü arkadaş, çocuğun edeb ve terbiyesini bozar. (İmâm-ı Gazâlî)
Zarar veren kediyi, kuduz köpeği ve yırtıcı hayvanları keskin bıçakla kesmek ve vurmak, zehirlemek câizdir. Döğmek câiz değildir. Döğmek terbiye için olur. Hayvanın aklı olmadığı için terbiye edilmez. (M. Hâdimî)
Erkek, çocukları terbiyede hanımına yardım etmelidir. Çünkü bebek, anasına, gece gündüz ağlayıp hiç rahat vermez. Onu insafsızca üzen bir alacaklıdır. O hâlde ona imdâd edene Allahü teâlâ yardım eder. (İbrâhim Hakkı Erzurûmî)
Allahü teâlâ bir kulunu severse, âhirete yarar işler, iyi, güzel ameller yaptırır. Allahü teâlâdan hidâyet olmazsa, yüzlerce kitab okusa, nasîhat dinlese yola gelmez. Yâni terbiye kabûl etmeyen kimseye nasîhat vermek, öküze tecvîd okutmaya benzer. (İmâm-ı Gazâlî)
2. Edeblendirme, cezâlarını verme.
Mısır'daki Fâtımî hükümdârları, Ehl-i sünnetten ayrıldı. Bozuk yollara saptı. Bunlardan Hâkim bi-Emrillah, Müslümanlıktan da çıkmıştı. Dırâr isminde bir dönme, Hâkim'i aldattı. İslâmiyet'i yıkmaya uğraştı. Dırâr'ın talebesinden Hamza bin Ahmed sapık inanışlar uydurmuş, Hâkim'i ve Mısır'daki Derezîleri, bu bozuk yola sokmuştu. Bu inanışları alan Derezîler, Sûriye ve Lübnan'dakileri de aşıladı. İri, inâdcı, yağmacı ve merhametsiz kimselerdir. Sultan Üçüncü Murâd devrinde isyân ettiler ise de Bosnalı Dâmâd İbrâhim Paşa terbiyelerini verdi. (M. Sıddîk Gümüş)

TERCEME (Tercüme):
Bir sözü bir dilden başka bir dile çevirmek.
Kur'ân-ı kerîm, hiçbir dile, hattâ Arabcaya da terceme edilemez. Herhangi bir şiirin, kendi diline bile, tam tercemesine imkân yoktur. Ancak meâli ve îzâhı, tefsîri olur. Bir âyetin herhangi bir tercemesini okuyan kimse, murâd-ı ilâhîyi (Allahü teâlâ nın o âyetten kasteddiği mânâyı) öğrenemez. Terceme edenin, bilgi derecesine göre yaptığı meâlini öğrenir. Bir câhilin, bir dinsizin yaptığı tercemeyi okuyan da, Allahü teâlânın murâdını değil, terceme edenin, anladım sanarak, kendi kafasından anlatmak istediğini öğrenir. (Abdülhakîm Arvâsî)

TERCÎ':
Geri çevirme, döndürme. Sesi yükseltip alçaltarak ve tekrarlayarak okuma.
Kur'ân-ı kerîmi ve ezânı tercî' ile okumak hadîs-i şerîf ile men edildi. Böyle okunan Kur'ân-ı kerîmi dinlemek haramdır. (İbn-i Âbidîn)

TERCÎH EHLİ:
Hanefî mezhebinde, dînî hükümleri bildiren fıkıh âlimlerinin beşinci tabakasında bulunan ve ictihâd (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden dînî hüküm çıkarma) gücüne sâhib olmayan, sâdece bağlı oldukları mezhebin kavillerinden (sözlerinden) ve hüküml erinden sahîh ve evlâ (en iyi) olanı seçen mukallid (bir müctehide, yâni Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden mânâ, hüküm çıkarana tâbi olan) âlimler. (Bkz. Eshâb)

TERCÎHUN BİLÂ MÜRECCİH:
Tercih sebebi olmadığı hâlde bir şeyi diğerine tercîh etmek yâni üstün tutmak.
Tercîhun bilâ müreccih bâtıldır, geçersizdir. (Fahreddîn Râzî)

TERİKE (Tereke):
Ölenin geriye bıraktığı mal, mülk, eşyâ vs.
Vefât eden kimsenin terekesinden sırasıyla şunlar yapılır:
1) Techîz ve tekfîni (yıkama, kefenleme ve defn masrafları)
2) Borçlarının ödenmesi (kul borçlarının ödenmesi).
3) Vasiyetlerinin tenfîzi (kalan malının üçte biriyle dîne uygun vasiyetlerinin yerine getirilmesi).
4) Geriye kalan malın kendileri veya satılıp paraları mîrâsçılar arasında Allahü teâlânın bildirdiği şekilde dağıtılmasıdır. (Abdürreşîd Secâvendî, Muhammed Mevkûfâtî)

TERK-İ DÜNYÂ:
Dünyâyı terk etmek. (Bkz. Dünyâ)
1. Mübah (dinde izin verilen) şeylerin hepsini terk edip, yalnız, yaşamak için ve dînini korumak için zarûrî, lâzım olan mübahları kullanmak, yâni mübahların zarûret miktârından fazlasını terk etmek. Böyle terk-i dünyâ çok kıymetli ve faydalı ise de çok güçtür.
2. Haram olan ve şüpheli olan (haram ve helâl olduğu belli olmayan) şeylerden sakınmak ve yalnız mübahları kullanmak. Bu şekilde terk-i dünyâ, hele bu zamanda çok kıymetlidir.
İslâmiyet'in haram dediği, yasak ettiği şeylerden sakınmalıdır. Meselâ erkekler altın ve gümüş eşyâ kullanmamalı ve hâlis ipek kumaştan elbise ve çamaşır giymemelidir. Böyle yapmak terk-i dünyâ olur. Altın ve gümüş eşyâ süs için muhâfaza olunursa câi zdir (dînen bir mahzûru yoktur). Fakat bunları kullanmak haramdır. Meselâ bunlarla bir şey içmek, bunlar içinden bir şey yemek, koku ve sürme kutuları yapmak sûretiyle kullanmak haramdır. (İmâm-ı Rabbânî)

TERK-İ HÜKMÎ:
Dünyâyı hükmen terk etmek, (terk etmiş sayılmak) yâni her işte İslâmiyet'e uymak. Meselâ zekâtı İslâmiyet'in gösterdiği yere seve seve vermek, komşu, akrabâ, fakir ve ödünç istiyenin hakkını gözetmek ve başkalarının hakkına tecâvüz etmemek (saldırmam ak) ve malı zevk ve sefâya, eğlenceye vermemek. (Bkz. Dünyâ)
Din ile dünyâyı birlikte kazanmak imkânsızdır. Âhireti kazanmak istiyenin dünyâdan vazgeçmesi lâzımdır. Bu zamanda dünyâyı tamâmen terk etmek, kolay değildir. Resûlullah'a uymak şerefine kavuşmak için dünyâda olan her şeyden yüz çevirmek lâzım olmaz. Hiç olmazsa terk-i hükmî ile terk etmek lâzımdır. Yiyecekte, giyecekte ve ev kurmakta İslâmiyet'e uymak lâzımdır. O'nun emirlerini aşmamak lâzımdır. Altın ve gümüşün ve ticâret eşyâsının ve kırda, çayırda otlayan dört ayaklı hayvanların zekâtını ver mek farzdır. Eğer farz olan zekât verilirse, dünyâ mallarının hepsi terk edilmiş demek olur. Böylece insan düyânın zararından kurtulmuş olur. Çünkü bir malın zekâtı verilince, o mal zarardan kurtulur. Demek ki dünyâ malını zarardan korumak için ilâç; malın zekâtını vermektir. (İmâm-ı Rabbânî)

TERTÎB:
Sırayı gözetmek. (Bkz. Sâhib-i Tertîb)
Namazdaki tertîb vâcibtir. Abdestteki tertîb Hanefî mezhebinde sünnet, Şâfiî ve Hanbelî'de farzdır. (Halebî)

Tertîb Sâhibi:
Üzerinde kazâya kalmış namaz borcu bulunmayan veya kazâya kalmış namazların toplamı beş vakti geçmemiş bulunan ve namazda sırayı gözetmesi gereken kimse.
Kazâ namazı kılarken cemâate başlanırsa, tertîb sâhibi olan namazını bozup cemâate uymaz. Mâlikî mezhebinde de böyledir. (İbn-i Âbidîn)

TERTÎL:
Kur'ân-ı kerîmi tecvîdle yâni usûl ve kâidelerine uyarak, açık açık, tâne tâne, harfleri ve kelimeleri birbirinden ayırarak okuma.
Kur'ân'ı (güzel sesle tegannî yapmadan) tertîl üzere oku. (Müzzemmil sûresi: 4)
Kur'ân-ı kerîmi tertîl üzere okumalıdır. (İbn-i Abbâs)

TERVİYE GÜNÜ:
Zilhicce ayının sekizinci günü. Arefe'den önceki gün. Hacıların sabah namazını kıldıktan sonra, topluca Mekke'den Minâ'ya doğru hareket ettikleri gün.
Bir müslüman, Terviye günü oruç tutarsa ve günâh söylemezse, Allahü teâlâ onu elbette Cennet'e kor. (Hadîs-i şerîf-Rıyâdünnâsihîn)
Terviye denmesinin sebebi, hacca gidenler umûmiyetle bu günde susuz bir sâhayı katetmeye (gelmeye) hazırlık olmak üzere hayvanlarını bol bol suladıkları ve zemzem suyundan çok içip kandıkları ve yanlarına gerektiği kadar su aldıkları ve böylece Minâ' ya hareket ettikleri içindir. (S. Abdülkâdir Geylânî)
Terviye günü sabah namâzından sonra Arafat'a gitmek için Mekke'den çıkmak haccın sünnetlerindendir. (İbn-i Âbidîn)

TESBİH:
1. Allahü teâlâyı, O'na yakışmayan her şeyden ve mahlûkların (yaratılmışların) alâmetlerinden ve yok olmaktan tenzîh ve takdîs etmek, yâni uzak tutmak mânâsına "Sübhânallah" sözü ve benzerleri.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Yedi gökle yer ve bunların içinde bulunan (melekler, cinler ve insan) lar Allahü teâlâyı tesbîh ederler. Her şey, Allahü teâlâyı hamd etmekle tesbîh eder. Fakat siz, onların tesbîhini anlayamazsınız. (İsrâ sûresi: 44)
Deccâl'in zamânında bulunan mü'minlerin gıdâsı, meleklerin gıdâsı gibi, tesbîh ve takdîs etmek olur. Allahü teâlâ o zaman tesbîh ve takdîs edenlerin açlığını giderir. (Hadîs-i şerîf-Dürret-ül-Fâhire)
Allahü teâlâ, ibâdetler içinde, Zilhicce'nin ilk on gününde yapılanları daha çok sever... Bu günlerde çok tesbîh ediniz!.. (Hadîs-i şerîf-Rıyâd-un-Nâsihîn)
Tesbîh etmek, tövbenin anahtarı, hattâ özüdür. Tesbih atmek, günahların yok olmasına ve kötülüklerin affolmasına sebeb olur. Namazdaki kusûrlar, tesbîh ile örtülür. (Ahmed Fârûkî)
2. Namaz kılmak.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Akşam ve sabah vakitlerinde Allah'ı tesbîh edin. Göklerde ve yeryüzünde onların yaptıkları ve ikindi ve öğle vakitlerinde yapılan hamdler, Allahü teâlâ içindir. (Rûm sûresi: 17, 18)
3. Namazdan sonra, Sübhânallah, Elhamdülillah ve Allahü ekber cümleleri söylenirken bunların sayısının anlaşılması için kullanılan, ipe dizilmiş tânelerin bütünü.
Resûlullah efendimiz, bir kadının tesbîhleri, çekirdeklerle saydığını görerek men etme-miştir. Riyâ ve gösteriş için tesbih kullanmak mekrûhtur. (İbn-i Âbidîn)

TESBÎH NAMAZI:
Hadîs-i şerîfte, af ve mağfiret olunmak için kılınması tavsiye buyrulan namazlardan biri.
Resûlullah efendimiz, tesbîh namazını, amcası hazret-i Abbâs'a öğretmiş ve şöyle buyurmuştur: "Ben, sana bir şey öğreteyim ki, onu işlediğin zaman, Allahü teâlâ, senin günâhının evvelini ve âhirini, yenisini ve eskisini, kasıtlısını ve kasıtsızını, küçüğünü ve büyüğünü, gizlisini ve açığını bağışlasın. Dört rek'at namaz kılarsın. Her rek'atta Fâtiha'dan sonra bir sûre okuyup ayakta iken on beş defâ (Sübhânallahi velhamdülillahi velâ ilâhe illallahü vallahü ekber) dersin. Rükûya eğilince bunu on defâ söylersin. Rükûdan ayağa kalktığında, ayakta olduğun hâlde, bunu on defâ söylersin sonra secdeye varır, orada on defâ söylersin. Secdeden kalkıp oturduğunda on defâ söylersin. Tekrar secdeye vardığında on defâ söylersin. Sonra secdeden başını kaldırıp oturduğun hâlde on defâ daha söylersin. Sonra ikinci rek'ate kalkarsın. Birinci rek'atteki gibi dört rek'atı da kılarsın. Bu, her rek'atta yetmiş beş, dört rek'atte üç yüz eder. Artık senin günahlarının Alic'in (yürümekle dört gecede katedilen kumluk bir yer) kumlarının sayısı kadar da olsa, Allahü teâlâ seni bağışlar. Bunu her gün bir defâ kılmaya gücün yeterse kıl." Hazret-i Abbâs; "Yâ Resûlallah, bunu her gün yapmaya kimin gücü yeter?" deyince Peygamber efendimiz de; "Her gün kılmaya gücün yetmezse, her Cumâ bir defâ kıl. Her Cumâ kılamazsan, ayda bir defâ kıl. Ayda bir defâ kılamazsan senede bir defâ kıl. Senede bir defâ kılamazsan ömründe bir defâ olsun kıl." buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd, Şir'at-ül-İslâm)
Tesbîh namazında efdâl (makbûl, kıymetli) olan odur ki, müsebbihâttan yâni; Benî İsrâil, Hadîd, Haşr, Sâf, Cumâ, Tegâbûn ve A'lâ sûrelerinden dört sûre okumaktır. (Senâullah Dehlevî)

TESELSÜL:
Burhân-ı tatbîk delîli ve benzerlerinde, Allahü teâlânın varlığının lâzım olduğunu isbat etmekte kullanılan delillerden biri. Hâdislerin (sonradan var olan şeylerin) birbirinin varlığına sebeb olarak geriye doğru sonsuza kadar zincirleme birbiri ardı sıra gitmesi. (Bkz. Burhân-ı Tatbîk)
Teselsülün muhâl (imkânsız) olduğu, Burhân-ı tatbîk ile isbât olunur.Meselâ bir şeyin sonsuz yaratıcılarını birinciden başlıyarak, sonsuz olarak, yan yana dizelim. İkinci yaratıcıdan başlayarak, ikinci bir sıra daha düşünelim. Sonsuza giden ikinci sı ra, birinci sıradan bir noksan olduğu için, kısadır.Kısa olana sonsuz denilemez. İkinci sıra, sonsuz olamadığı için, bundan bir fazla olan birinci sıra da, sonsuz olamaz. Yâni, bir ucu sonsuza giden yarım doğru düşünülebilir. Fakat böyle bir şey mevcud olamaz. Dolayısıyla teselsül olamaz.Bu sebeble sonsuz sayıda yaratıcılar olamaz. Sonsuz var olan bir yaratıcı olur. Bu tek yaratıcı, ezelîdir (başlangıcı yoktur), ebedîdir (sonu yoktur), sonsuz olarak vardır. Varlığı kendindendir, başkasından değildir. Âkıl ve bâliğ (akıllı ve ergenlik yaşına gelen) kimse, Allahü teâlânın sonsuz var olduğunu ve başka her şeyin yoktan var edildiklerini işittikten sonra, aklını kullanmayıp, düşünmeyip, buna inanmazsa veya aklını kullanıp, düşünüp de, bunu akıl kabûl etmez, fenne uygun değildir diyerek inanmazsa îmânsız olur. Cehennem'de sonsuz azâb görür, yanar. (Âsım Efendi)

TESETTÜR:
Örtünme. Dînin bildirdiği şekilde örtünme. (Bkz. Setr-i Avret)
Tesettür, İslâmiyet'te pek mühim bir konudur. Avret yerini örtmek, namazda da, namaz dışında da farzdır, mutlaka lâzımdır. Mükellef olan yâni âkil (akıllı) ve bâliğ (ergen ve evlenecek yaşa gelmiş olan) insanın namaz kılarken açması veya her zaman ba şkasına göstermesi ve başkasının bakması haram olan yerlerine avret mahalli denir. Hanefî ve Şâfiî mezhebinde erkeklerin namaz için avret mahalli, göbekten diz altına kadardır.Hanefî mezhebinde, hür olan kadınların ellerinden ve yüzlerinden başka her yerleri, bilekleri, sarkan saçları ve ayaklarının altı namaz için avrettir. (İbn-i Âbidîn)

TESLİM:
Kendini, başkasının irâdesine terketme (bırakma), onun emrine uyma, boyun eğme, itâat etme.
İslâm, Allahü teâlânın emirlerine teslim olup kurtulmaktır. (İmâm-ı Birgivî)
Hocam Şems-i Tebrîzî'ye tam teslim oldum. Aklım ile hareket etmeyi bıraktım ve kurtuldum. (Celâleddîn-i Rûmî) İlim edinmenin ilk şartı, âlim bulmaktır, Hiçbir şey düşünmeden, ona teslîm olmaktır.
(Yûsuf Sinânüddîn)

TESLÎS:
Üçleme; Hıristiyanların tanrı üçtür veya tanrı üç unsurdan (Baba-Oğul-Rûh-ul-kudüsten) meydana gelmiştir şeklinde kabûl ettikleri bozuk inanış. Trinite.
Îsevîliğin zuhûrunda (ortaya çıkışında) teslîs inancı yoktu. Teslîs fikrini ilk defâ, felsefeci Eflâtun düşündü. Pavlos ismindeki yahûdî hıristiyanlığa karıştırdı.
Bir rivâyete göre milâddan 200 sene sonra, Sibelius adlı bir papaz teklif etmiştir. O zamâna kadar yalnız tek Allah'a ve peygamber olarak Îsâ aleyhisselâma inanılıyordu. Sibelius'un teslîs inanışıyla ilgili teklifi pekçok hıristiyan tarafından şiddet le reddedilmiş, kiliseler arasında kanlı kavgalar baş göstermiş ve çok kan dökülmüştür. 200 senesinde yalnız baba ve oğul fikri öne sürülmüştü. Bunlara Rûh-ül-kudüs ilâvesi ise ondan 181 sene sonra yâni; 381 yılında Bizans İmparatoru Theodasius zamânında İstanbul'da kurulan bir konsül (rûhânî meclis) de kararlaştırılmıştır. Bu karâra karşı gelen pekçok papa vardı.Bunlardan Papa Honorius hiçbir zaman teslisi kabûl etmemiştir. Honorius öldükten seneler sonra afaroz edilmişse de, teslîsi kabûl etmeyen yeni mezhebler kurmuşlardır. (Elhâc Abdullah bin Destân Mustafa)
Îsâ aleyhisselâmdan sonra yahûdîler ve hıristiyanlar hakîki İncîl'i yok ettiler. İncîl'e birçok yeni parçalar ilâve ederek, Allahü teâlânın emirlerini değiştirdiler. İbrânice nüshayı Yunancaya çevirirken birçok yanlış bilgiler ilâve edildi. Putperest Yunanlıların tek Allah inancına karşı çıkmalarından ve İncîl'i, Eflâtun felsefesine uydurmak istemelerinden dolayı akl-ı selîmin (bozukluk bulunmayan aklın) kabûl etmeyeceği teslis inanışı ortaya çıktı. Hıristiyanlar, Îsâ aleyhisselâm; "Ben ancak sizin gibi bir insanım" dediği hâlde onu Allah'ın oğlu olarak kabûl etmişler, buna bir de Rûh-ul-kudüs ekliyerek baba, oğul, rûh-ul-kuds adı altında teslis inancını ortaya koymuşlardır. (Harputlu İshâk Efendi)

TESVÎF:
Hayırlı işleri yapmayı sonraya bırakma.
Uygunsuz işlerin hepsinden Allahü teâlâya tövbe etmeli, O'na yalvarmalıdır. Belki, tövbe etmek için başka zaman ele geçmez. Hadîs-i şerîfte; "Tesvîf edenler helâk oldu" buyruldu. Boş zamânı kıymetlendirmelidir.Bu zamanlarda Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmalıdır. Tövbe yapabilmek Hak teâlânın büyük nîmetlerindendir. Hak teâlâdan her an bu nîmeti istemelidir. (İmâm-ı Rabbânî)

TEŞEFFÜ':
Bir isteğin, dileğin yerine gelmesi için, peygamberleri veya evliyâyı vesîle ederek (araya koyarak), onların hatırı için diyerek Allahü teâlâya yalvarma, duâ etme, isteme. (Bkz. İstigâse ve Tevessül)

TEŞEHHÜD:
Namazın her ka'desinde (ilk ve son oturuşlarda) ettehiyyâtü duâsını okumak veya bunu okuyacak kadar oturmak. (Bkz. Ka'de ve Tahiyyât)
Namazda ikinci rek'atten sonraki oturuşta teşehhüd miktârı oturmak ve ka'de-i ahîrede (son rek'atteki oturuşta) teşehhüd okumak vâcibdir. (M. Zihni Efendi)

TEŞE'ÜM:
Bir şeyi uğursuz saymak, kötüye yormak.
İslâmiyet'te teşe'üm yoktur. Resûlullah sallallahü aleyhi ve selem teşrîf edince (peygamber olarak gönderilince), günlerin mü'minlere (inananlara) uğursuz olmaları kalmadı. (İsmâil Hakkı Bursevî)
Uğursuzluğa inanmamalı, te'sir eder sanmamalıdır. Fakirlikten korkmak ve teşe'üme inanmak şeytandandır. (İmâm-ı Rabbânî)

TEŞMÎT:
Aksırdığı zaman Elhamdülillah diyen kimseye "Yerhamükellah: Allahü teâlâ sana merhâmet etsin" demek.
Müslümanın, müslüman üzerinde beş hakkı vardır:Selâmına cevâb vermek, hastalığında ziyâret etmek, cenâzesinde bulunmak, dâvetine gitmek ve teşmît etmek. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)

TEŞRÎ:
Kânun koyma. Allahü teâlânın ve peygamberlerinin, insan hayâtının maddî ve mânevî bütün yönlerine dâir emir ve yasaklar koyması.
Teşrî', Allah ve Resûlüne (peygamberine) âittir. Peygamber efendimiz devrinde teşrî', ilâhî bir veche (durum) arzediyordu. Kur'ân-ı kerîm tedrîcî olarak (hâdiselere göre) inzâl oluyor (iniyor), dînî ve dünyevî her türlü mes'elelerin çözüm şekli beli rtiliyordu. Peygamber efendimiz bizzât teşrî'î faâliyette bulunuyordu. Çünkü Kur'ân-ı kerîm, O'na teşrî' salâhiyeti tanımıştı. Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: Peygamber size ne verdi ise onu alın (ve emirlerini tutun) . Size neyi yasak etti ise, onu da almayın (yapma dediğini yapmayın) . (Haşr sûresi: 7) (Serahsî, Pezdevî, Şa'rânî)
Peygamber efendimizin teşrî' vazîfeleri fiilî (bizzât yaparak) ve kavlî (söyleyerek) olduğu gibi, dîne aykırı olmayan bir şey gördüklerinde de susarlar, o işe mâni olmazlardı. Buna Peygamber efendimizin takrîrî sünneti denir.Bu da Resûlullah'ın teşrî ' vazîfelerindendi. (İbn-i Hatîb, Serahsî)

TEŞRİK GÜNLERİ:
Kurban bayramının ikinci, üçüncü ve dördüncü günleri. Bayramın birinci gününe yevm-i nahr (nahr günü), ikinci ve üçüncü günleri de kurban günü olduğundan hepsine birden "eyyâm-ı nahr" denir. Ondan evvelki güne Arefe günü denir. Ramazân-ı şerîf bayram ında arefe yoktur. Arefe, kurban bayramına mahsustur. (Bkz. Eyyâm-ı Teşrîk)

TEŞRİK TEKBÎRİ:
Arefe günü yâni Kurban bayramından önceki gün, sabah namazından, bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar yirmi üç vakit her farz namazdan sonra getirilen tekbîr; "Allahü ekber, Allahü ekber, lâ ilâhe illallahü vallahü ekber. Allahü ekber ve lill ahil-hamd" sözleri.
Hacıların ve hacca gitmeyenlerin, erkek kadın herkesin, cemâat ile kılsın, yalnız kılsın, yirmi üç vakit farz namazda veya bu bayramdaki farzlardan birini, yine bu bayram günlerinden birinde kazâ edince, selâm verir vermez Allahümme entesselâmü... de meden evvel bir kere tekbir-i teşrik okuması vâcibdir. Cenâze namazından sonra okunmaz. Câmiden çıktıktan veya konuştuktan sonra okumak lâzım değildir. İmâm tekbiri unutursa, cemâat terk etmez. Erkekler yüksek sesle okuyabilir. Kadınlar yavaş söyler. (Halebî, M. Zihni Efendi)
Teşrik tekbîri, Hanefî'de tehlil (Lâ ilâhe illallah)'dan evvel iki ve tehlilden sonra yine iki tekbir ile bir hamdele (lillahil-hamd)den ibârettir. Şâfiî'de tehlilden evvel üç tekbir okunur. (M. Zihni Efendi)

TEŞYİ':
Bir yerden ayrılıp gideni uğurlama, hürmet için biraz onunla birlikte gitme.
Vefât eden kul kabrine konduğu ve onu teşyi' edenler geri döndüğünde, daha onların ayak sesleri kaybolmadan kabirdeki mevtânın (ölünün) yanına iki melek gelip onu oturturlar ve derhâl; Muhammed aleyhisselâm hakkında îtikâdın (îmânın) ne idi. O'na ne demekte idin? diye sorarlar. Eğer mü'min ise; "Şehâdet ederim ki (kesin olarak bilir ve inanırım ki) O, Allah'ın kulu ve Resûlüdür (peygamberidir) " diye cevap verir. Kâfir ve münâfık ise aynı soruya; "Bilmiyorum. Herkesin söylediğini söylüyorum" der. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Misâfirliğin edeplerinden birisi de; misâfir gideceği zaman, ev sâhibinin onu kapıya kadar teşyi' etmesidir. (Muhammed Rebhâmî)

TETAVVU' (Tetavvû):
Farz ve vâcib olmayıp, sırf Allah rızâsı için yapılan nâfile ibâdet.
Tetavvu' namazlarının kendilerine mahsus sevâbları ve fazîletleri vardır. Tetavvu' namazlarından bâzıları şunlardır:Tahıyyet-ül-Mescîd:Mescide girildiğinde kılınan namaz. Duhâ namazı:Kuşluk vakti kılınan namaz. Teheccüd namazı:Gecenin üçte ikisi geçt ikten sonra, imsâk vaktinden önce kılınan namaz. Teheccüd ve duhâ (kuşluk) namazlarının en çoğu on iki rek'attir. Nâfile namazlarda gece iki, gündüz dört rek'atte bir selâm verilir. (İbn-i Âbidîn)
Farz olan zekâtı açıkça vermek riyâ olmaz, daha sevâb olur. Çünkü başkaları farz olan ibâdetin yapılmasına teşvik edilmiş olur. Tetavvu' olan sadakayı gizlice vermek efdâldir (daha iyidir). Gizli verilen sadaka açıktan verilen sadakadan yetmiş kat da ha sevâbdır. (Harputlu İshâk Efendi)

TETAYYUR:
Uğursuzluk, uğursuzluğa inanma.
Tetayyur eden ve tetayyur olunan ve kâhinlik yapan ve kâhine giden ve sihir, büyü yapan ve yaptıran ve bunlara inanan bizden değildir. Kur'ân-ı kerîme inanmamıştır. (Hadîs-i şerîf-Hadîkat-ün-Nediyye)

TEVÂ:
Havâlenin bozulma sebebi. Havâleyi kabûl edendeki alacağın telef yâni yok olması. (Bkz. Havâle)
Havâlede tevâ iki türlü olup; birincisi, kabûl eden sözünden döner. İnkâr eder ve yemin eder. Havâleyi veren ve alan da isbât edemez. Fakat ikisinden birisi sened veya şâhid ile isbât ederse, tevâ olmaz. İkincisi; havâle kabûl eden, müflis (iflâs etm iş) olarak vefât edince de tevâ hâsıl olur (meydana gelir.) (Ali Haydar Efendi)

TEVÂCÜD:
Vecd ve muhabbette kemâle ermeyenin (olgunlaşmayanın) isteğiyle vecde kavuşmaya tâlib olması, istemesi. (Bkz. Vecd)
Bu yüksek yolun yâni Ahrâriyye yolunun büyükleri, yüksek sesle zikr etmekten bile sakındırmışlardır. Kalb ile sessiz zikretmeği (Allahü teâlâyı anmayı) emir buyurmuşlardır.Şarkı, raks, dans etmek gibi oyunları ve Resûlullah efendimizin ve dört halîfe si zamanlarında olmayan vecd ve tevâcüdü, şuûrsuz hareket ve sözleri yasak etmişlerdir. (Ahmed Fârûkî)

TEVÂTÜR:
Yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan, her asırda güvenilen kimselerin hepsinin bir şeyi, bir haberi bildirmeleri.
Mûsâ'nın, Îsâ'nın ve diğer peygamberlerin (aleyhimüsselâm) hârikalar, mûcizeler gösterdiği haber verildiği gibi, Muhammed aleyhisselâmın da mûcizeler gösterdiği haber verilmiştir. Bu haberler tevâtür hâlindedir. Muhammed aleyhisselâm, mûcizeler göste rmiş ve bu mûcizeler bizlere tevâtür yoluyla bildirilmiştir. (Fahrüddîn-i Râzî)
Üç halîfeyi yâni hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer ve hazret-i Osman'ı metheden hadîs-i şerîflerin birkaçını bir sahabî bildirmiş ise de bunları çok kimseler çeşitli yollardan haber vermiş, bu yüzden tevâtür derecesini bulmuştur. Bunlara inanmamak elb ette küfür olur. (Abdullah-ı Süveydî)

TEVÂZU' (Tevâdu'):
Alçak gönüllülük; kendisini başkaları ile bir görmek, başkalarından daha üstün ve daha aşağı görmemek.
Allahü teâlâ, tevâzû üzere olmağı bana emreyledi. Hiçbiriniz, hiçbir kimseye tekebbür etmeyiniz (büyüklenmeyiniz). (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Allah için tevâzû edeni, Allahü teâlâ yükseltir. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Nîmete kavuşmuş olanlardan, tevâzû gösterenlere ve kendilerini kusurlu bilenlere ve helâlden kazanıp, hayırlı yerde sarf edenlere ve fıkıh bilgileri ile hikmeti (yâni tasavvufu) birleştirenlere ve helâle harama dikkat edenlere ve fakirlere merhamet edenlere ve işlerini Allah rızâsı için yapanlara ve huyu güzel olanlara ve kimseye kötülük yapmayanlara ve ilmi ile amel edenlere ve malının fazlasını dağıtıp, lafının fazlasını saklayanlara müjdeler olsun. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Tevâzû, insan için çok iyi bir huydur. Hadîs-i şerîfte; "Tevâzû edene müjdeler olsun" buyruldu. Tevâzû sâhibi, kendini başkalarından aşağı görmez. Zelîl ve miskîn olmaz. Malını helâlden kazanıp çok hediyye verir. Âlimlerle ve fen adamları ile tanışır . Fakirlere merhamet eder. (Muhammed Hâdimî)
Tevâzû, dünyâ rütbelerinde kendinden aşağı olanlara büyüklük göstermemektir. Çünkü eline geçenler, Allahü teâlânın lütfu ve ihsânıdır. Kendi elinde bir şey yoktur. (Ali bin Emrullah)

TEVBE (Tövbe):
Haram, günah işledikten sonra, pişman olup, Allahü teâlâdan korkmak, bir daha yapmamaya karar vermek.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ey mü'minler! Hepiniz Allah'a tövbe ediniz ki felâh (kurtuluş) bulasınız. (Nûr sûresi: 31)
Allahü teâlâ tövbe edenleri sever. (Bekara sûresi: 222)
En iyiniz, günâhtan sonra hemen tövbe edeninizdir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Tövbe eden, günah işlememiş gibi olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Rûh gargaraya gelmedikçe, Allahü teâlâ kulun tövbesini kabûl eder. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Günâhlarınız çok olup göklere kadar ulaşsa, tövbe edince Allahü teâlâ tövbenizi kabûl eder. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Günahtan sonra hemen tövbe etmek, farzdır. Tövbeyi geciktirmek büyük günâhtır. Bunun için de, ayrıca tövbe etmek lâzımdır. Farzı yapmamanın günâhı ancak kazâ etmekle affolur. Her günâhın affı için, kalb ile tövbe etmek ve dil ile istiğfâr etmek (bağı şlanmasını istemek) ve beden ile kazâ etmek lâzımdır. (M. Hâdimî)
Ey oğlum! Bir hatâ işlediğin zaman hemen tövbe et ve sadaka ver. Tövbeyi yarına bırakma. Çünkü ölüm, ansızın gelir. (Lokman Hakîm)
İnsanları iki şey helâk eder: Biri tövbe ederim diyerek günâh işlemeleri, diğeri de sonra yaparım diyerek tövbeyi geciktirmeleridir. (Şakîk-i Belhî)
Her uzvun tövbesi vardır. Kalbin tövbesi, harâm işleri yapmaya niyeti terk etmesi; gözün tövbesi, harâma bakmaması; ayakların tövbesi, harâma gitmemesi; kulakların tövbesi, haram şeyleri dinlememesi; karnın tövbesi harâm yememesidir. (Zünnûn-i Mısrî)
Şartlarına uygun yapılan tövbe muhakkak kabûl olur. Tövbenin kabûl edileceğinde değil, tövbenin şartlarına uygun olup olmadığında şüphe etmelidir. (İmâm-ı Gazâlî) Tevbe yâ Rabbî hatâ râhına git tiklerime Bilip ettiklerime bilmeyip ettikle rime
(Abdurrahîm Rûmî)

Tevbe Bi'atı:
Mürşid-i kâmil denilen velî bir zâtın, huzûrunda tövbe edip günâh işlememek üzere söz vermek.

Tevbe Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin dokuzuncu sûresi. Berâe sûresi de denir.
Tevbe sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi). 128 ve 129. âyet-i kerîmeleri Mekke'de indi. Yüz yirmi dokuz âyettir. Evvelinde Besmele nâzil olmamıştır. Sûre, müşriklerin Allahü teâlâ ile alâkalarının kesildiğini, bundan sonra onların Kâbe'ye yaklaştırılm ayacağını, müslüman olmadıkları takdirde öldürüleceklerini bildiren bir ültimatom mâhiyetindedir. Sûre, Peygamber efendimizin şefkat ve merhâmetini bildiren âyet-i kerîmelerle sona erer. (Muhammed bin Hamza-Hüseyn Vâiz-i Kâşifî)
Tevbe sûresinde buyruldu ki:
Allahü teâlâya ve kıyâmet gününe inanmayan ve Allahü teâlânın ve Resûlünün haram ettiklerine haram demiyen ve hak olan İslâm dînini kabûl etmeyen kâfirlerle, cizyeyi kabûl ettiklerini veya müslüman olduklarını bildirinceye kadar harb ediniz! Onları öldürünüz. (Âyet: 28)
Kur'ân-ı kerîm bana âyet âyet, harf harf nâzil oldu. Ancak Tevbe ve İhlâs sûreleri hâriç. Bunlar bana yetmiş bin saf melekle berâber nâzil oldu. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

Tevbe-i İstigfâr:
Kendini kusurlu görerek, günâhlara tövbe etmek, Allahü teâlâdan af dilemek.
Tevbe-i istigfâr devâmlı olmalıdır. Haramları ve şüpheli şeyleri, öldürücü zehir bilmelidir. (İmâm-ı Rabbânî)

Tevbe-i Nasûh:
Sâdık tövbe, işlediği günâhı bir daha yapmamak üzere tövbe etmek ve bu tövbesinde tam kararlı olmak.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ey îmân edenler! Günâhlarınızdan Allahü teâlâya tevbe-i nasûh ile tövbe ediniz. (Tahrîm sûresi: 8)
Tevbe-i nasûh dört şey ile tamam olur.
1) Dil ile istiğfâr etmek (bağışlanmayı dilemek).
2) Günâhı işleyen âzâ ile günâhı terk etmek.
3) Bu günâhı bir daha işlemiyeceğine kalb ile kesin karar vermek.
4) Günâh işlemeye sevk eden her türlü vâsıta ve arkadaştan uzaklaşmak. (Ahmed-i Nâmık-ı Câmî)
Bir kimse bir günâhı yapıp, sonra onu gözünün önüne getirip, ölünceye kadar, ben Rabbimin emrine niçin karşı geldim, niçin bu günâhı işledim?diye pişman olup, bir daha öyle bir günâha dönmemesidir. İşte bu tevbe-i nasûh yâni bir daha günâha dönmemek üzere yapılan tövbedir. (Ahmed bin Âsım Antâkî)

TEVECCÜH:
Yönelme.
1.Peygamberleri aleyhimüsselâm veya evliyâyı vesîle (vâsıta) yaparak, onların hâtırı için istenilen bir şeye kavuşturması için Allahü teâlâya yalvarmak. Buna, istigâse, tevessül ve teşeffü' de denir.
Resûlullah'ın yanına bir âmâ (gözleri görmeyen) birisi geldi. Gözlerinin açılması için duâ etmesini diledi (istedi). Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, ona; (İstersen duâ edeyim, istersen sabret. Sabr etmek, senin için daha iyi olur" buyurdu. O kimse; "Duâ etmeni istiyorum. Benim bakacak kimsem yoktur. Çok sıkılıyorum" deyince; "İyi bir abdest al! Sonra; "Allahümme innî es'elüke ve eteveccühü ileyke bi-Nebiyyike Muhammedin Nebiyyirrahme, yâ Muhammed innî eteveccehü bike ilâ Rabbî fî hâcetî-hâzihî, li takdiye-lî Allahümme şeffi'hü fiyye" duâsını oku!" buyurdu. Duânın mânâsı şudur: "Yâ Rabbi! İnsanlara rahmet olarak gönderdiğin sevgili Peygamberin ile sana teveccüh ediyorum. Senden istiyorum. Yâ Muhammed aleyhisselâm! Dileğimin hâsıl olm ası (yerine gelmesi) için Rabbime senin ile teveccüh ediyorum. Allah'ım! O'nu bana şefâatçi eyle!" (Merâkıl-Felâh, Nesâî, Tirmizî, İmâm-ı Beyhekî)
2. Tasavvuf yolunda ilerleme, yükselme sebeblerinden en önemli olanı. Bir velînin, Allahü teâlânın izni ile nazar etmek (bakmak) yâhut başka yollarla talebesinin veya sevdiğinin yâhut başka birinin kalbindeki mâsivâ (Allahü teâlâdan başka her şey) ve dünyâ sevgisini, günâh lekelerini temizleyip, yerini feyz, mârifet, ilim ve hikmetle yâni mânevî ilimler, iyilikler, bereketler ve fâidelerle doldurması, yüksek derecelere kavuşturması.
Pîrin (tasavvuf büyüğünün) teveccühü, her ne sûretle ortaya çıkarsa çıksınlar, sâdık talebeden, zulmet ve keder dağlarını kaldırıp, uzaklaştırır. (Muhammed Ma'sûm)
Tasarruf sâhibleri üç nev'idir (kısımdır). Bir kısmı Allahü teâlânın izni ile, her istedikleri zamanda, diledikleri kimsenin kalbine tasarruf ederek, onu tasavvufta en yüksek derece olan fenâ makâmına eriştirirler. Bâzısı, Allahü teâlânın emri olmada n tasarruf etmez. Emir olunan kimseye teveccüh ederler. Bir kısmı ise kendilerine bir sıfat (hâl) geldiği zaman kalblere tasarruf ederler. (Ubeydullah-ı Ahrâr'ın oğlu Hâce Muhammed Yahyâ)
Tasavvuf yolunda çok yüksekleri aramalı, ele geçenlere bağlanıp kalmamalıdır. Verâların verâsını yâni öteler ötesini aramalıdır. Böyle bir istek, böyle çok çalışmak ancak vazîfe alınan büyüğün teveccühü ile elde edilebilir. Onun teveccühü de mürîdin (telebenin)ona olan sevgisi, bağlılığı kadar olur. (İmâm-ı Rabbânî)
3. Bir kimsenin, hayatta ve vefât etmiş, bir velîden feyz alabilmek, ondan mânevî olarak istifâde etmek, faydalanmak için, kalbini ona bağlaması, hâtırına hiçbir şey getirmeyip, yalnız onu düşünmesi.
Rûhu olgun bir velînin kabri yanına gidip, bir zaman durulur ve o tapraktaki velîye teveccüh edilirse, rûhu o toprağa bağlanır. Meyyitin rûhu da bu toprağa bağlı olduğu için, gelen insanın rûhu ile velînin rûhu buluşmuş olurlar. Bu iki rûh karşılıklı iki ayna olur. Herbirinde olan meârif (ilimler) ve kemâlât (olgunluklar) ötekine aks eder, yansır. (Fahreddîn-i Râzî)
Bâtındaki yâni kalbindeki nisbetin (bağlılığın) artmasına çalış. Allah ism-i şerîfini, bâzan da kelime-i tehlîli (Lâ ilâhe illallah'ı) çok zikrederek (söyleyerek), bâzan salevât okuyarak, Kur'ân-ı kerîm okuyarak Allahü teâlâya yaklaşmaya çalış. Bu ça lışmalarda gevşeklik olursa, bu fakîrin rûhâniyetine teveccüh ediniz. Yâhut, Mirzâ Mazhâr-ı Cânân'ın kabrine gidiniz, ona teveccüh ediniz, çok terakkî edilir, ilerleme ve yükselme olur. Ondan hâsıl olan fayda, bir dirinin faydasından daha çoktur. (Abdullah-ı Dehlevî)

TEVEKKÜL:
Allahü teâlâya teslim olma. Bir işe başlarken sebeplere yapıştıktan sonra O'na güvenme; kalbin, her işte Allahü teâlâya îtimâd etmesi, güvenmesi.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Kim ki, Allahü teâlâdan korkarsa, Allahü teâlâ ona (darlıktan genişliğe) bir çıkış yolu ihsân eder ve ona ummadığı yerden rızık verir. Her kim, Allahü teâlâya tevekkül ederse, Allahü teâlâ ona kâfidir. (Talâk sûresi: 2,3)
Eğer îmânınız varsa, Allahü teâlâya tevekkül ediniz. (Mâide sûresi: 23)
Allahü teâlâ, tevekkül edenleri sever. (Âl-i İmrân sûresi: 259)
Allahü teâlâya tam tevekkül etseydiniz, kuşların rızkını verdiği gibi, size de gönderirdi. Kuşlar, sabah mîdeleri boş, aç gider. Akşam mîdeleri dolmuş, doymuş olarak döner. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Yâ Ebâ Hüreyre! Allah'tan başka hiçbir şeye ümid bağlama! Allah'a tevekkül eyle! Bir arzun varsa, Allahü teâlâ hazretlerinden iste! Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesi (işi, kânunu) şöyledir ki; her şeyi bir sebeb altında yaratır. Bir iş için sebebine yapışmak ve sonra Allahü teâlânın yaratmasını beklemek lâzımdır. Tevekkül de bundan ibârettir. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Sebeblere yapışmak, tevekküle mâni değildir. Bilâkis sebeblere yapışmak, sebebleri araya koymak, tevekkülün en yüksek derecesidir. (Ahmed Fârûkî)
Tevekkül, iş yapmayıp tembel olmak için değildir. Bir işe başlamak ve başlanan işi başarmak için tevekkül olunur. Güç bir işi başaramamak korkusunu gidermek için tevekkül olunur. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
Tevekkülün alâmeti üçtür:Kimseden bir şey istememek (dilenmemek), verileni reddetmemek, ele geçeni biriktirmemek. (Sehl bin Abdullah)
Allahü teâlâya tevekkül ettim diyen kimsenin; cenâb-ı hakk'ın, kendisi hakkındaki muâmelesine, yâni takdîr ettiği şeylere, başına gelen sıkıntı ve musîbetlere de râzı olması lâzımdır. Aksi takdirde, yalan söylemiş olur. (Bişr-i Hafî)

TEVELLÎ:
Dostluk, birisini Allah rızâsı için sevme, dost edinme.
Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Allahü teâlânın düşmanlarından teberrî etmedikçe (uzaklaşmadıkça) tevellî olmaz. (İmâm-ı Rabbânî)

TEVERRÜK:
Kadınların namazda oturma şekli; kaba etlerini yere koyup, uyluklarını birbirine yaklaştırarak, ayaklarını sağ taraftan dışarı çıkarıp, sol uylukları üzerine oturmaları.
Kadınlar, namazda teverrük ederek otururlar. (Alâüddîn-i Haskefî)
Namazda dizleri dikip, başını dizlerine koyarak, diz çökerek, bağdaş kurarak, teverrük ederek uyursa, abdesti bozulmaz. (M. Zihni Efendi)

TEVESSÜL:
Bir isteğin, bir maksadın hâsıl olması için bir şeyi vesîle, sebeb yapmak. Allahü teâlânın sevdiklerini araya koyarak; "Onların hâtırı, hürmeti için" diyerek duâ etmek veya bu sûretle yapılan duâ. İstiğâse ve teşeffû' da denir (Bkz. İstigâse ve Teşeffû' ve Vesîle)
Peygamber efendimiz; "Allahümme innî es'elüke bihakkıs sâilîne aleyke" yâni "Yâ Rabbî! Senden isteyip de verdiğin kimselerin hatırı için, senden istiyorum" diye tevessül eder ve böyle duâ ediniz buyururdu. (İbn-i Mâce)
Ömer bin Hattâb radıyallahü anh kıtlık olduğu zaman Peygamber efendimizin amcası hazret-i Abbâs ile tevessül etti. Yâni onu vesîle ederek Allahü teâlâdan yağmur istedi: "Yâ Rabbî! Kıtlık olduğu zaman,Resûlullah efendimizle sana tevessül ederdik. Sen bize yağmur verirdin.Şimdi sana, Resûlullah efendimizin amcası ile tevessül ediyoruz. Bize yağmur ihsân et." diye duâ edince, Allahü teâlâ onlara yağmur verdi. (Buhârî)
Yüzyıllardır, doğru yolda olan müslümanlar, Allahü teâlânın sevgili kullarını vesîle ederek duâ etmişler, böylece arzu ve isteklerine kavuşmuşlar, sıkıntılardan kurtulmuşlardır. Duânın kabul olması haram lokma yememeğe bağlıdır. Bu ise, ancak cenâb-ı Hakk'ın sevdiklerinde mümkündür. Ölü olsun, diri olsun Allahü teâlânın sevdiklerini araya koyarak yapılan duâ, onların bereketiyle ve hatırları için kabûl olmaktadır.Daha önce yapılmış olan sâlih (iyi) ameller ile de tevessül yapılır. (M. Sıddîk Gümüş)

TEVFÎK:
Allahü teâlânın kullarının işini, rızâsına muvâfık (uygun) kılması, şer (kötülük) yolunu kapayıp, hayır (iyilik) yolunu kolaylaştırması.
(Şuayb aleyhisselâm), kavmine şöyle dedi: "Benim tevfîkim, Allahü teâlânın hidâyeti ve yardımı iledir. (Hûd sûresi: 88)

TEVHÎD:
1. Allahü teâlânın bir olduğuna inanmak, O'na kimseyi ortak etmemek. Yâni Lâ ilâhe illallah (Allahü teâlâdan başka ibâdete lâyık bir ilâh yoktur. O'nun ortağı benzeri yoktur) sözünü, mânâsına inanarak söylemek. (Bkz. Kelime-i Tevhîd)
İnsanların ilk dîni tevhîd dînidir. İlk insan ve ilk peygamber Âdem aleyhisselâmdır. İnsanlar, peygamberlere aleyhimüsselâm uydukları müddetçe tevhîd inancı üzere devâm ettiler. Fakat kendi başlarına gittiklerinde hep yanlış yollara saptılar, tevhîd inancından ayrıldılar. Allahü teâlâdan başka şeylere, putlara taptılar. İslâmiyet geldiği sırada Kâbe-i muazzamada 360 put vardı. İslâmiyet, putperestliği ve putları ortadan kaldırdı. Tekrar tevhîd inancını yerleştirdi. (Herkese Lâzım Olan Îmân)
2. Tasavvufta kalbi Allahü teâlâdan başka şeylere bağlılıktan kurtarmak.

Tevhîd-i Şuhûdî:
Mâsivâyı (Allahü teâlâdan başka her şeyi) görmemek ve düşünmemek.
Tasavvuf yolunda yürümekten, nefsin istemediği zor gelen şeyleri yapmaktan ve sıkıntı çekmekten maksad, Allahü teâlâdan başka, her şeyin sevgisinden kurtulmaktır. Bu da tevhîd-i şuhûdî ile hâsıl olmaktadır. Bütün bu uğraşmalar, kulluğun, aczin, zaval lılığın meydana çıkması ve hiç olduğumuzun anlaşılması içindir. (İmâm-ı Rabbânî)

Tevhîd-i Vücûdî:
Mâsivâyı (Allahü teâlâdan başka her şeyi) yok bilmektir.
Tevhîd-i vücûdîyi ilk açıklayan Muhyiddîn-i Arabî'dir. (İmâm-ı Rabbânî)
Büyük pederim Abdülehad, tevhîd-i vücûdda çok ileride idi. Bu yolda yüksek kitaplar yazmıştı. Bununla berâber, dînin edeplerinden hiçbirini bırakmazdı. (İmâm-ı Rabbânî)

TE'VÎL:
1. Yorumlamak, açıklamak.
Bir müslümanın bir sözü veya bir işi birçok bakımdan kâfir (îmânsız) olacağını gösterse, bir bakımdan ise, kâfir olmıyacağını gösterse, bu bir bakıma göre te'vîl edilmeli ona kâfir dememelidir. (İbn-i Âbidîn)
2. Ehl-i sünnet âlimlerinin, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemden ve Eshâb-ı kirâmdan bildirdikleri tefsirlere (açıklamalara) bağlı kalarak âyet-i kerîmeleri açıklamak veya bu şekilde yapılan açıklamalar ve îzâhlar.
Tefsîr âlimleri, tefsîre uygun olan te'villeri de tefsîr olarak kabûl etmişlerdir. Bunlara re'y tefsîri denir. Te'vîl, nakle ve din bilgilerine uygun olmazsa, tefsîr değil, yazanın kendi düşüncesi olur. Nitekim hadîs-i şerîfte; "Kur'ân-ı kerîmi kendi görüşü ile açıklayan hatâ etmiştir" buyrulmuştur. Bunun içindir ki, Kur'ân-ı kerîmde mânâsı açık olmayan yerlerden, yalnız akla güvenip, yanlış te'vîl yapılarak yanlış mânâlar çıkarılması netîcesinde yetmiş iki bid'at ve dalâlet fırkası ortaya çıktı (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Te'vîllerin doğruluğu tefsîr ile ölçerek anlaşılır. Te'vîl tefsîre uymazsa atılır. Uyarsa alınabilir denildi. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
Ehl-i sünnet âlimleri, nassları, zâhirleri üzere almışlardır. Yâni âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere açık olan mânâları vermişler, zarûret olmadıkça, nassları te'vîl etmemişler, bu mânâları değiştirmemişlerdir. Kendi bilgileri ve görüşleri ile h içbir değişiklik yapmamışlardır.Sapık fırkalardan olanlar ve mezhebsizler ise, îmân bilgilerinde ve ibâdetlerde değişiklik yapmaktan çekinmemişlerdir. (Seyyid Abdülhakîm)

TEVKÎFÎ:
İslâmiyet'in bildirmesine bağlı olan ve değiştirilmesi câiz olmayan.
Allahü teâlânın ism-i şerîfleri tevkîfîdir. Şerîatin bildirdiği isimler söylenir. Bunlardan başka isimler ile zikretmeye, anmaya şerîat (İslâmiyet) izin vermemiştir. (Seyyid Şerîf)

TEVKÎL:
1. Vekîl tâyin etme. Kadına, kendini boşamak için seni vekil ettim demek. ( Bkz. Vekîl)
İslâmiyet'te erkeğin talak (boşama) hakkını başkasına bırakması üç türlü olur:
1) Tefvîd: Erkeğin zevcesine (hanımına); "Kendini sen boşa" diyerek talağı (boşamayı) zevcesinin arzûsuna bırakması. Buna temlîk de denir.
2) Tevkîl etmek.
3) Temlîk haberini başkası ile veya mektupla zevceye (kadına) ulaştırmaktır. Zevce, haberi aldığı mecliste (yerde) kendini boşayabilir. (Ahmed Zühdü, M. Zihni Efendi)
2. Bir ibâdetin, bir işin yapılması husûsunda birini kendine vekîl tâyin etme.
Zenginin kesmesi vâcib olan kurbanı, fakîrlere veya hayır, yardım cemiyetlerine diri olarak sadaka vermek kurbân olmaz. Kesmek vâcibdir. Kurbana verilen para sevâbı, yüz misli sadaka sevâbından kat kat daha fazladır. Kurbanı satın alması, kesmesi ve etini dağıtması ve bunları dilediğine de yaptırması için birini tevkîl etmek, parasını veya diri hayvanı vekîle vermek câizdir. Fakat vekîl kılınan kişinin, keserken başında bulunması müstehâbdır (iyidir). (Ebû Bekr Ali, M. Zihni Efendi)

TEVLİYE SATIŞI:
Bir malın alış fiyatını söyleyerek aynı fiyatla, satmak.
Bir kimse aldığı bir malı kendisine kaça mal olmuş ise onu söyleyerek tam alış fiyâtına satarsa, meselâ on bin liraya aldığı bir malı on bin liraya aldığını söyleyip, on bin liraya satarsa, bu satış tevliye satışı olur. (Fetâvâ-i Hindiyye)

TEVRÂT:
Dört büyük kitabdan biri. Allahü teâlâ tarafından Mûsâ aleyhisselâma gönderilen ilâhî kitab.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Biz, Mûsâ için Tevrât'ın levhalarında, mev'izaya (nasîhatlere) ve din hükümlerinin açıklamasına âit her şeyi yazdık. (A'râf sûresi: 145)
Tevrât kırk cüz idi. Her cüzde bin sûre, her sûrede bin âyet vardı. Şimdi elde bulunan Tevrât'larda bu kadar âyet yok. Çünkü Tevrât'ın ve İncîl'in sonradan tahrîf edildiklerini (değiştirildiklerini) Kur'ân-ı kerîm haber vermektedir. Cebrâil aleyhisse lâmın Mûsâ aleyhisselâma getirdiği Tevrât'ı yalnız Mûsâ, Hârûn, Yûşâ ve Uzeyr ve Îsâ aleyhimüsselâm ezberlemiştir. (Nişancızâde, Sa'lebî)
Âsûrî hükümdârı Buhtunnasar, Kudüs'ü alıp Mescid-i Aksâ'yı yıktığı zaman, Tevrât nüshalarını yaktı. Tevrât'ı ezberlemiş olan yahûdîler de zamanla unuttular, azdılar. Nasîhat için gönderilen peygamberlere inanmayıp, çoğunu şehîd ettiler. (Şemseddîn Sâmî)
Bugün elimizde bulunan Tevrât'ın içine birçok yabancı yazılar ilâve edilmiştir. Bunların Mûsâ aleyhisselâma nâzil olan, inen hakîkî Tevrât ile bir alâkası yoktur. Hakîkî Tevrât'ta, Allahü teâlânın Muhammed aleyhisselâm isminde bir son peygamber gönde receği yazılıdır. (Nişâncızâde)
Bugünkü Tevrât, Mûsâ aleyhisselâmdan birkaç asır sonra yaşayan beş haham tarafından kaleme alınmış ve Azrâ adındaki haham bunları tek tek toplayarak Ahd-i atîk'in asıl nüshası olduğu iddiası ile çoğalttırmıştır. Günümüzde Tevrât'ın üç nüshası mevcutt ur. Yahûdîler ve protestanların kabûl ettikleri İbrânice nüsha, katolik ve ortodokslarca kabûl edilen Yunanca nüsha; Samirîlerce kabûl edilen Sâmirî dilinde yazılan nüsha. Bunlar Tevratın en eski ve en güvenilir nüshaları olarak bilinmelerine rağmen aralarında birçok tezatlar, tutarsızlıklar vardır. Hiçbir ilâhî dinde bulunmayan insanlara zulüm telkinleri, peygamberlerden bâzılarına karşı çok çirkin ve makamlarına yakışmayan isnadlar, yakıştırmalar vardır.Hakîki Tevrat'ta tezatların ve böyle şeylerin bulunacağından söz edilemez. (Prof. Elliot Friedman)

TEVVÂB (Et-Tevvâb):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarına tövbe etme sebeblerini kolaylaştıran, şartlarına uygun tövbe edenlerin tövbesini kabûl eden.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ve o zaman İbrâhim ve İsmâil (aleyhimesselâm) Kâbe'nin temellerini yükselttiler ve şöyle duâ ettiler: "Ey Rabbimiz! Bizden bu hayırlı işi kabûl buyur. Hakîkaten sen duâmızı işitici ve niyetimizi bilicisin. Ey Rabbimiz! Bizi sana teslîm ve ihlâs sâhibi olmakta sâbit kıl. Soyumuzdan bir topluluğu da sana boyun eğen bir ümmet yap. Bize ibâdet yollarımızı ve hac vazîfelerimizi göster, kusurlarımızı affedip, tövbemizi kabûl buyur. Muhakkak ki sen, tevvâbsın ve rahîmsin (âhirette mü'minlere merhamet buyuransın) . (Bekara sûresi: 127,128)
Onlar bilmediler mi ki, şüphesiz Allahü teâlâ kullarından tövbeyi kabûl edecek, sadakaları alacak olan ancak kendisidir. Ve hakîkatte tevvâb ve rahîm yalnız O'dur. (Tevbe sûresi: 104)
Bir kimse duhâ namazından sonra üç yüz altmış defâ et-Tevvâb ism-i şerîfini söylerse tövbesi kabûl olur. On defâ bir zâlim üzerine söylendiğinde zâlimin zulmünden kurtulur. (Yûsuf Nebhânî)

TEYEMMÜM:
Su bulunmadığı veya bulunup da özür sebebiyle kullanmak mümkün olmadığı takdirde; temiz toprak veya taş, kum, kerpiç gibi toprak cinsinden bir şey ile hadesi yâni mânevî kirliliği, abdestsizliği gidermek için, elleri toprağa sürüp yüzü ve kolları mes h etmek.
Hicretin beşinci senesinde Benî Müstalak Gazvesi sırasında mücâhidler yâni Eshâb-ı kirâm su bulamadıkları için bir sabah namazını kılamama tehlikesi ile karşı karşıya kalmışlardı. Bunun üzerine teyemüm ile ilgili âyet-i kerîme nâzil oldu (indi). Meâl en; "Su bulamadığınız zaman temiz toprağa teyemmüm ediniz" buyruldu. (Mâide sûresi: 6) (Senâullah Dehlevî)
Teyemmüm, suyu bulamadığı zaman müslümanın temizliğidir. (Hadîs-i şerîf-Nîmet-i İslâm)
Gusül (boy) abdesti alınca, soğuktan ölmek veya hasta olmak tehlikesi varsa, şehirde dahî olsa, hamam parası yoksa ve başka çâre bulamazsa, gusül abdesti için teyemmüm eder. (Tahtâvî, M. Zihni Efendi)
Hastanın, abdest veya gusül ile veya hareket etmekle, hastalığının artacağı veya iyi olması uzayacağı, kendi tecrübesi ile veya mütehassıs ve açıkça günâh işlemeyen müslüman bir doktorun söylemesi ile anlaşılırsa, teyemmüm eder. (İbn-i Âbidîn, Tahtâvî)
Teyemmüm ile namaz kılmak ancak Muhammed aleyhisselâmın dînine mahsustur. (Kutbüddîn-i İznikî)

TEZEKKÜR:
Hâfızadaki bilgileri, istenildiği zaman hatırlamak.
İnsanın bâtınında (içinde) hiss-i müşterek, hayâl, tefekkür, tezekkür ve hıfz kuvvetleri vardır. Allahü teâlâ bu kuvvetleri yaratmasa, el, ayak ve kuvvetlerden hâli (mahrûm) kaldıkları gibi beyin de boş kalır (İmâm-ı Gazâlî)

Tezekkür-i Mevt:
Ölümü hatırlamak. İnsanın kendini ölmüş, teneşir tahtası üzerinde yıkanmış, kefene sarılmış ve tabuta konulmuş ve mezâra gömülmüş olarak düşünmesi.
Tezekkür-i mevt, lezzetleri yıkar, eğlencelere son verir. (Hadîs-i şerîf-Tebyîn)
Muhammed Behâüddîn-i Buhârî (kuddise sirruh) her gün yirmi kere tezekkür-i mevt ederdi. (Abdülhakîm bin Mustafâ)
Tezekkür-i mevt edenler, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına sarılıp, günâhlardan sakınırlar. Haram işlemeye cesâretleri azalır. (İbn-i Receb)

TEZELLÜL:
Bayağılık, kendini aşağı tutmak. Tevâzûnun aşırı derecesi.
Tezellül kötü huylardan biridir. Bir âlimin yanına câhil bir kimse geldiği zaman, âlimin ayağa kalkıp, yerine bunu oturtması ve gideceği zaman kapıya kadar yanında yürümesi ve kunduralarını önüne koyması tezellüle bir misâldir. Yalnız ayağa kalkıp ot ursaydı, ona yer gösterseydi ve işini, hâlini ve niçin geldiğini sorsaydı, suâllerine güler yüzle cevap verseydi, dâvetini kabûl etseydi ve sıkıntısını giderecek şey yapsaydı, tevâzû göstermiş olurdu. Hadîs-i şerîfte; "Din kardeşini sıkıntıdan kurtarana hac ve umre sevâbı verilir" buyruldu. Bir günlük yiyeceği, içeceği olan kimsenin dilenmesi, tezellül olup, haramdır. Bunun, bir günlük nafakası olmayan için veya borçlu için yardım toplaması tezellül olmaz. Fazla hediye almak için az bir şeyi hediye vermek de tezellül olur. Âyet-i kerîme, böyle hediye vermeyi men etmektedir. (Muhammed Hâdimî)

TEZKİYE:
Pâk ve temiz etmek, kalbi temizlemek.
Bir sâlik (tasavvuf yolcusu), niyetini düzelttikten ve kendini dünyâ arzularından kurtardıktan sonra, Allahü teâlânın ismini zikr etmeğe başlar. Güç riyâzetler (nefsin arzularını yapmamak) çeker. Şiddetli, ağır mücâhedeler (nefsin istemediği şeyleri yapmak) yapar. Böylece tezkiye hâsıl olur ve kötü huyları iyi huylara döner. (İmâm-ı Rabbânî)

Tezkiye-i Nefs:
1. Nefsi, İslâmiyet'in haram ettiği, beğenmediği şeylerden, kötü isteklerinden temizlemek.
Tezkiye-i nefs yapınca, kalb tasfiye bulur yâni kalbin Allahü teâlâdan başkasına, mahlûklara bağlılığı kalmaz. Haramlara, günahlara meyletmez. Haramları istemekten kesilme dikçe nefs, Kalb ilâhî nûrlara, ayna olamaz hiç.
(İmâm-ı Rabbânî, Mevâkıb Tefsîri)
2. Nefsini beğenme, insanın kendindeki nîmetleri, iyilikleri, kendinden bilip, Allahü teâlânın verdiğini düşünmemesi. Bu nîmetlerin Allahü teâlâdan geldiğini bilip, kendinin kusurlu olduğunu düşünmek ise, şükr olur.

TEZVÎC:
Evlendirme, kocaya verme.
Kadını, kendisi veya vekîli yâhut velîsi (babası, dedesi, sonra erkek kardeşi, amcası ...) tezvîc eder. (Saîdeddîn Fergânî, M. Zihni Efendi)
Erkek velîleri bulunmayan yetimleri, Hanefî mezhebinde anaları tezvîc edebilir. (İbn-i Âbidîn)
Hanefî mezhebindeki bir kimse, kolaylık olmak bakımından nikâhını tâzelemek, yenilemek için, zevcesinden (hanımından) vekâlet almalı, iki şâhit yanında "Öteden beri nikâhım altında bulunan zevcemi onun tarafından vekîl olarak ve tarafımdan asîl olara k kendime tezvîc ettim" demelidir. (Kâdızâde Ahmed Efendi)

TEZYÎN:
Süslemek.
Dünyâ hayâtı, geçilecek bir köprü gibidir. Bu köprüyü tezyîn etmekle uğraşmayın. Hemen geçip gidin! (Hadîs-i şerîf-Mârifetnâme)
Yâ Ali! İnsanları görürsün ki dünyâyı tezyîn etmeye çalışıyorlar. Sen dînini tezyîn etmeye çalış. (Hadîs-i şerîf, Miftâh-un-Necât)
Müslümanın her şeyden evvel kalbini temizlemesi lâzımdır. Çünkü kalb bütün bedenin reisidir. Peygamber efendimiz; "İnsanın kalbinde bir et parçası vardır. Bu iyi olursa, bütün uzuvlar iyi; kötü olursa, bütün uzuvlar bozuk olur. Bu kalbdir" buyurdu. Yâni bu, yürek denilen et parçasındaki gönüldür. Bunun iyi olması, kötü ahlâktan temizlenmesi ve iyi ahlâk ile tezyîn edilmesidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Herkes dışa kıymet verip, dışını süslerken siz içinizi tezyîn edin. İslâm'ın emir ve yasaklarına uyarak kalbinizi tezyîn edin. (Ahmed-i Câmî)

TILA':
Tâze üzüm şırasının, ateşte veya güneşte ısıtılarak üçte birinden fazlasının uçmasıyla elde edilen içki.
Tıla', gaz çıkararak kabarıp, tadı keskin olunca, sarhoş eder. Şarap gibi, damlası haram ve kaba necs olur. (İbn-i Âbidîn)

TİCÂNİYYE:
Evliyânın büyüklerinden Ebü'l-Abbâs Ticânî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.
Ticâniyye yolunun kurucusu olan Ebü'l-Abbâs Ticânî evliyânın büyüklerinden olup, Ahmed bin İdrîs hazretlerinin halîfesi (talebesi)dir. Cezâyir'in güneyinde Ayn-ı mâdî denilen yerde 1737 (H.1150)'de doğdu. 1815 (H.1230)'da Fas'ta vefât etti. Halvetiyy e yolunun bir kolu olan Ticâniyye yolunu kurdu. (Harîrizâde, Hüseyin Vassâf)
Ebü'l-Abbâs Ahmed Ticânî ve yetiştirmiş olduğu talebeleri Ticâniyye yolunu Afrika içlerine ve Kuzey Afrika ülkelerine yaydılar.Müslümanların Peygamber efendimizin sünnet-i şerîfine uygun bir şekilde yaşamalarına çalıştılar. Ebü'l-Abbâs Ahmed Ticânî h azretlerinin talebelerinden Ali Arabî Mağribî Fâsî, hocasının yüksek hâllerini ve kerâmetlerini anlatan Cevâhir-ül-Meânî isimli bir eser yazdı. (Yûsuf Nebhânî)

TİCÂRET EŞYÂSI:
Ticâret niyetiyle alınıp, ticâret için saklanılan eşyâ.
Eşyânın ticâret eşyâsı sayılması için ticâret niyetiyle satın alınması lâzımdır. Uşur vermesi lâzım gelen topraklardan hâsıl olan ve mîrâs olarak ele geçen veya hediye, vasiyet gibi kabûl edince mülk olan şeylerde ticârete niyet edilse de bunlar ticâ ret eşyâsı olmaz. Çünkü ticâret niyeti alış-verişte olur. Bunları satınca veya kirâya verince eline geçen mal ticâret eşyâsı olur. (İbn-i Âbidîn)
Canlı cansız her mal, meselâ yerden, denizden çıkarılmış tuzlar, oksidler, naft, yâni petrol ve benzerleri, ticâret yapmak için, yâni satmak için satın alındıkları zaman ticâret eşyâsı olurlar. Altın ve gümüş gibi zekâta tâbidirler. Altın ile gümüş h er ne niyet ile olursa olsun, hep ticâret eşyâsıdır. (İbn-i Âbidîn)

TİLÂVET:
Kur'ân-ı kerîm okumak.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Onlar geceleri secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini tilâvet ederler. (Âl-i İmrân sûresi: 113)
Onlara Allah'ın âyetleri tilâvet olunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlardı. (Meryem sûresi: 58)
Bu Kur'ân-ı kerîmi öğreniniz. Şüphesiz ki onu tilâvet etmekle her harfine bedel on sevapla mükâfâtlandırılırsınız. (Hadîs-i şerîf-Dârimî)
Mahşer günü (insanlar ve bütün canlılar diriltilip bir yerde toplandıkları zaman); "Muhammed aleyhisselâm nerededir?" diye bir nidâ işitilir. Peygamber efendimiz gelir. Cenâb-ı Hak; "Yâ Muhammed! Cibrîl sana Kur'ân-ı kerîmi teblîğ ettim diyor" O da; "Evet yâ Rabbî!" der. Cenâb-ı Hak; "Yâ Muhammed! Minbere çık ve Kur'ân-ı kerîmi tilâvet et" buyurur. Peygamber efendimiz, Kur'ân-ı kerîmi tilâvet edip, gâyet güzel ve tatlı bir şekilde okur. Mü'minleri müjdeler. Onların yüzleri güler ve sevinirler. Kur'ân-ı kerîme inanmayanların, bu mübârek kitâba (hâşâ) çöl kânûnu diyenlerin ise, yüzleri gâyet çirkin olur. (İmâm-ı Gazâlî)

Tilâvet Secdesi:
Kur'ân-ı kerîmdeki on dört secde âyetinden herhangi birini okuyan veya işiten bir mükellefin yâni akıllı ve ergenlik çağına erişmiş bir müslümanın yapması vâcib (lâzım gelen) secde. Secde âyetleri, Kur'ân-ı kerîmin; A'râf, Ra'd, Nahl, İsrâ, Meryem, H ac, Furkân, Neml, Secde, Sâd, Necm, İnşikâk ve Alak sûrelerinde bulunmaktadır. (Bkz. Secde)
Namazda aranan şartlar tilâvet secdesinde de aranır. Hadesten (abdestsizlik ve cünüplükten) ve necâsetten (gözle görülen pislikten)temizlenmek, setr-i avret (avret yerlerini örtmek) ve istikbâl-i kıble (kıbleye dönmek) gibi şartları taşımıyan kimse, secde âyetini duyduğu zaman bu şartları yerine getirdikten sonra secdesini yapar. (İmâm-ı Gazâlî)
Tilâvet secdesi şöyle yapılır: Niyet edilerek eller kaldırılmadan Allahü ekber diyerek secdeye varılır. Secdede üç kere; "Sübhâne rabbiyel a'lâ" denir. Sonra Allahü ekber denilerek ayağa kalkılır. (M. Zihni Efendi)
Tilâvet secdesinin hükmü, dünyâda bir vâcibi yerine getirip borcundan kurtulmak ve âhirette de sevâba kavuşmaktır. (M. Zihni Efendi)
Fonografta (gromafonda, teybde, radyoda ve televizyonda) okunan secde âyetini işitenin tilâvet secdesi yapması vâcib olmaz. (Muhammed Bahît el-Mutî')
Bir kimse hüzünden, sıkıntıdan kurtulmak için, Allahü teâlâya kalbinden yalvararak on dört secde âyetini (ezberden ayakta) okuyup her birinden sonra, hemen tilâvet secdesi yaparsa, Allahü teâlâ o kimseyi o derd ve belâdan korur. (İmâm-ı Nesefî)

TİMÂR:
Osmanlı Devleti'nin geçimlerine ve hizmetlerine âit masrafları karşılamak üzere bir kısım asker ve memurlara, muayyen bölgelerde kendi nâm ve hesaplarına tahsîl selâhiyeti ile birlikte tahsîs etmiş olduğu vergi kaynaklarına verilen isim. Dirlik.
Arâzi, timar verilen kimsenin mülkü değildir. Timar sâhibi arâziyi, reâyâya (vergi vermekle mükellef olan vatandaşa) işletmek üzere verir, mahsûlden ve reâyânın şahsından devletin alacağı vergileri toplar. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)

TİMSÂL:
Kumaşa, kâğıda, duvara ve başka yerlere yapılmış canlı resimler.
Saneme (odundan, altından, gümüşten yapılan insan heykeline), vesene (taştan yapılan insan heykeline), sûrete ve timsâle tapınmak, onların fayda ve zarar yapacaklarına inanmak, şirk (Allahü teâlâya ortak koşma) çeşitlerinden biri olup, böyle tapınanl ara putperest ve müşrik denir. (Tahtâvî)
Üzerinde timsâl bulunan elbise ile namaz kılmak tahrîmen mekruhtur. Cansız resimleri bulunursa, mekrûh olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Namazda giymese de üzerinde timsâl bulunan elbise giymek her zaman mekrûhtur. (Abdülganî Nablüsî, Tahtâvî)

TÎN SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin doksan beşinci sûresi.
Tîn sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Sekiz âyettir.Tîn, dağ adı veya incir demektir.Sûrede dört şeye yemîn edildikten sonra, insanoğlunun yaratılışı, kâinâtın en güzel yaratığı olduğu, buna rağmen günâh ve isyânı yüzünden aşağıların aşağısı hâline geldiği bildirilmektedir. (Râzî, Kurtûbî)
Tîn sûresinde meâlen buyruldu ki:
Biz insanın rûhunu, güzel bir sûrette yaratıp, sonra en aşağı dereceye indirdik. (Âyet: 4,5)
Kim Tîn sûresini okursa, sağ olduğu müddetçe Allahü teâlâ ona (dünyâda) yakîn ve âfiyet verir. Vefât ettiği zaman da bu sûreyi okuyanların adedince sevâb verir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

TİVELE:
Bir kadına kocası buğzedip (gizli düşmanlık edip) kendisinden soğuduktan sonra, kadının, kocasının sevgisini tekrar celbetmek (çekmek) için mutlak te'sir edeceğine inanarak sihir yapması.
Tivele şirktir (Allahü teâlâya eş, ortak koşmadır) . (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Hadîs-i şerîfte tivelenin şirk sayılması, tivelenin Allahü teâlânın takdîrinin ve dilediğinin aksini yapabileceğine inanıldığından dolayıdır. (İbn-ül-Esîr)
Kadının tivele yapması bir çeşit sihirbazlıktır. Sihir ise haramdır. (İbn-i Vehbân)
Kadının yapmış olduğu rukye, âyetlerin ve Resûlullah'tan gelen duâların yazılması değil de; bunlardan başka şeyler de orada yazılır veya okunursa, o tivele sihir hükmünde olur. (İbn-i Âbidîn)

TRİNİTE:
Hıristiyanların teslîs (üç tanrı) inancı. (Bkz. Teslîs)

TÛBÂ:
Kökleri yukarıda, dal ve budakları aşağıya doğru sarkan cennet ağacı.
Tûbâ bir ağaçtır. Allah onu kudret eliyle dikmiştir. Cennet ehlinin elbiseleri ondan dikilir ve dalları Cennet surlarından taşar. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs) Salınır Tûbâ dalları, Kur'ân okur hem dilleri, Cennet bağının gülleri, Kokar, Allah deyû deyû.
(Yûnus Emre)

TÛL-İ EMEL:
Uzun emel; zevk ve safâ sürmek için çok yaşama arzusu. İbâdet yapmak için çok yaşamağı istemek tûl-i emel olmaz.
Cennet'e gitmek isteyen, tûl-i emel sâhibi olmasın. Dünyâ işleri ile uğraşması ölümü unutturmasın. Haram işlemekte Allah'tan hayâ etsin (Hadîs-i şerîf-İbn-i Ebid-Dünyâ)
Tûl-i emel sâhipleri, ibâdetleri vaktinde yapmazlar. Tövbe etmeği terk ederler. Kalbleri katı olur. Ölümü hatırlamazlar. Vâz ve nasîhattan ibret almazlar. Tûl-i emelin sebepleri; dünyâ zevklerine düşkün olmak, ölümü unutmak ve sıhhatine, gençliğine a ldanmaktır. Tûl-i emel hastalığından kurulmak için, bu sebepleri yok etmek lâzımdır. Ölümün her an geleceğini düşünmelidir. Sıhhatin, gençliğin ölüme mâni olmadıklarını unutmamalıdır. Çocuklardaki ve gençlerdeki ölüm sayısının, yaşlılardaki ölüm sayısından çok olduğunu istatistikler göstermektedir. Çok hastaların iyi olup yaşadıkları, çok sağlam kişilerin çabuk öldükleri her zaman görülmektedir. Tûl-i emel sâhibi olmanın zararlarını ve ölümü hatırlamanın faydalarını öğrenmelidir. (Muhammed Hâdimî)

TUMÂNÎNET:
Namaz kılarken rükû' ve secdelerde ve kavmede (rükû'dan kalktıktan sonra ayakta durmakta) ve celsede (iki secde arasında oturmada) bütün âzânın (uzuvların) hareketsiz kalması. Sübhânallah diyecek kadar bir miktar durması ise, ta'dîl-i erkândır.
Sizlerden biriniz namaz kılarken rükû'dan sonra ve iki secde arasında tumânînet yapmadıkça namazı tamâm olmaz. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Bir gün Peygamber efendimiz birinin namaz kılarken namazın şartlarına dikkat etmediğini ve kavmede ve celsede tumânînet yapmadığını görüp buyurdu ki: "Eğer namazlarını böyle kılarak ölürsen, kıyâmet günü sana benim ümmetimden demezler." Başka bir yerde de buyurdu ki: "Bu hâl üzere ölürsen Muhammed'in (aleyhisselâm) dîninde olarak ölmemiş olursun." (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Bir kimse, terk edilmiş, unutulmuş bir sünneti meydana çıkarırsa, yüz şehîd sevâbı kazanır. Ya bir farzı veya vâcibi meydana çıkarmanın sevâbı ne kadar çok olur. O hâlde, namazda, ta'dîl-i erkâna dikat etmelidir. Yâni rükûda ve secdelerde ve kavmede ve celsede tumânînet bulduktan sonra biraz durmalıdır ki, Hanefî mezhebi âlimlerinin çoğu buna vâcib demiştir. İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Şâfiî ve Mâlik ise, farz demiştir. Bâzı Hanefî âlimleri de sünnet demişlerdir. Müslümanların çoğu bunu yapmıyor. Bu bir ameli (işi) meydana çıkarana Allah yolunda harb edip canını veren yüz şehîd sevâbından çok sevap verilir. (Ahmed Fârûkî)

TÛR SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin elli ikinci sûresi.
Tûr sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). İsmini birinci âyette geçen Tûr kelimesinden alır. Kırk dokuz âyet-i kerîmedir. Sûrede; kıyâmetin kopması sırasında olacak bâzı olağan üstü hâdiseler, inkarcıların Cehennem'e atılacağı, takvâ sâhibi (Allahü teâl âdan korkup, haramlardan, dinde yasaklanan şeylerden sakınan) mü'minlerin âhirette kavuşacakları mükâfâtlar, Kur'ân-ı kerîmin Allahü teâlânın kelâmı olduğu, cenâb-ı Hakk'ın varlığı, birliği ve kudretinin sonsuzluğu bildirilmektedir. (Râzî, Kurtubî)
Tûr sûresinde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlânın azâb yapacağı gün elbette gelecektir. Onu kimse önleyemez. (Âyet: 7)
Şüphesiz ki takvâ sâhipleri cennetler (ve) nîmetler içindedirler. Rablerinin kendilerine verdiği şeylerle zevk duyarak... Rableri, onları Cehennem azâbından korumuştur. (Şöyle denilir: İyi) amel (ve hareket) etmiş olduğunuz için âfiyetle yiyip için. Sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslananlar olarak... Biz onlara şâhin gözlü hûrîleri eş yaptık. Îmân edip de zürriyetleri de îmân ile kendilerine tâbi olanlar yok mu? Biz onların nesillerini de kendilerine kattık. (Birlikte Cennet'e koyduk). Kendilerinin amelinden bir şey de eksiltmedik. Herkes kazancı mukâbilinde bir rehindir. Onlara canlarının istiyeceği, meyveleri, etleri de bol bol verdik. (Âyet: 17-22)
Kim Tûr sûresini okursa, Allahü teâlânın onu azâbından emîn kılması ve Cennet'te nîmetlendirmesi hak olur. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

TÛR-İ SÎNÂ:
Tûr dağı. Allahü teâlânın Mûsâ aleyhisselâmı peygamberlikle müjdelediği ve sonra Tevrât'ı indirdiği, Kızıldeniz'in kuzeyinde, Asya ve Afrika kıtalarının arasındaki Sinâ yarımadasının güney kısmında yer alan dağ.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Biz Mûsâ'ya Tûr-i Sînâ yanında, sağ tarafından nidâ ettik ve münâcât ettiği (yalvardığı) hâlde kendisine yüksek mertebe verdik. (Meryem sûresi: 52)
Vaktâ ki, Mûsâ (aleyhisselâm, kararlaştırılan) vakti tam olarak yerine getirdikten sonra (Hazret-i Şuayb'dan izin alıp) hanımıyla birlikte (Mısır'a gitmek üzere) yola çıktı. Yolda Tûr-i Sînâ tarafında bir ateş gördü. Hanımına; "Siz burada bekleyin ben bir ateş gördüm, ümid ederim ki o ateşin bulunduğu yerden size bir haber veya o ateşten bir parça getiririm. Umulur ki, onunla ısınırsınız. Vaktâki Mûsâ (aleyhisselâm) o ateşe vardığında sağ tarafındaki vâdiden, bereketli yerdeki ağaç tarafından nidâ olundu ki: "Yâ Mûsâ! Muhakkak ki ben âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâyım. Asânı yere bırak..." (Kasas sûresi: 29-31)
Mûsâ aleyhisselâma Allahü teâlâ tarafından Medyen dönüşünde Tûr-i Sînâ'ya gidişinde peygamber olduğu, kardeşi Hârûn aleyhissselâmın da peygamber olarak vazîfelendirildiği bildirildi. Mûsâ aleyhisselâma daha sonraki Tûr-i Sînâ'ya gidişinde Tevrât-ı şe rîf ve on emrin yazılı olduğu levhalar verildi. (Kisâî, Sa'lebî, Nişâncızâde)
Allahü teâlâ Tûr-i Sînâ'da Mûsâ aleyhisselâma buyurdu ki: "Bir kimseye, Hak teâlâdan kork deseler, o kimse de Allah'tan kormağı bana mı öğretiyorsun, sen Allah'tan kork derse en fenâ insan odur." (Süleymân bin Cezâ)